4 Ocak 2013 Cuma

HUBERT NYSSEN, EDİTÖRÜN SAĞDUYUSU, L'ŒIL NEUF YAYINLARI, 2006


HUBERT NYSSEN, EDİTÖRÜN SAĞDUYUSU, L'ŒIL NEUF YAYINLARI, 2006

ÇILGINLIĞA ÖVGÜ

O gün, okuma dersi için büyükannem Don Kişot’ tan gençlerin okumasına uygun şekilde uyarlanmış, içinde değirmenlerle savaşın geçtiği bölümü seçti. Bana bu öykünün hangi dilde yazıldığını bilip bilmediğimi sordu. Emin olamıyordum, bunun üzerine kulağıma yanıtı fısıldadı: İspanyolca. Sorusunu bir diğeri izledi: Peki onu, yani bu öyküyü hangi dilde okumuştum? Fransızca demez olaydım bu kez de “seni küçük kurnaz adam ” diye söze başlayıp, “ İspanyolca yazılmış bir öyküyü, Fransızca mı okudun ?” dedi.(…)
O gün, adını koyamadığım bir dünyadan fakat iyi olacak bir dünya için beni uyandırmaya geldi. Her şey biranda muzip soru tarafından oldu. kitap, okuma, metin ve çevirisi. Her şey onun içindeydi: Keşif, macera, yazı, yetenek(…)
İki defa denedikten sonra üçüncüde Editör oldum.

İlk denemem üniversite yıllarımdaydı. Benim kuşağımın ergenlikten ve işgalden çıktığı zamanlardı, Hiroşima ve daha sonra Nagasaki'deki korkunç patlamalardan sonra savaş sona ermişti. Ve Brüksel Üniversitesi eğitime yeniden başlamıştı. Savaşta öğrendiğimiz şiddetten ve kanunsuzluktan çıkmış, kendimizi içine atıldığımız korkunç dünyanın parçalarını yeniden birleştirmeye olanak sağlayacak tek şeyin yazı olduğu düşüncesiyle bir yayınevi kurma amacındaki küçük bir grubun içinde bulduk.  Aynı zamanda, kendi ağızlarından "bilgi"lerini toplamak için, geçici yazarları ve Paris'ten gelmeyi kabul eden birkaç yazarı topluluğumuza davet ettik.

Cahiers des saisons adındaki yayınevi asla refah ve şöhret sahibi olmayacaktı. Savaş ve aşk şiirlerinden oluşan bir seçkiden oluşan tek bir kitap yayınladık ve bu kitapla projemiz de kısa sürede sonlandı. Nedenine gelince; sıfır deneyim, özkaynak yokluğu, okuyuculardan, yardımlardan yediğimiz darbe, …işte sonuç.
Birkaç yıl sonra, bu şehirde açmış olduğum küçük bir tiyatro, biraz sermaye ve biraz köylü sayesinde oldu ikinci editörlük girişimim. gösterilerin sonunda perde kapandıktan sonra sergilenen piyeslerin çoğunu yayımlamayı kafaya koydum.  Yirmi yıl sora tiyatroda Güney Eylemleri kataloğunu açtığım zaman, önlemlerin alındığının kanıtıdır.  Neydi, dedi geçerken, danıştığım ancak görüşlerine katılmadığım müşavirlerin gözü önünde yapılmış öyle bir çılgınlık manifestosuydu. ( ... )
Bu tiyatroda sahnelediğimiz piyesler bazı başarılar elde ettiler, yayımlananların başarısı ise oldukça düşüktü. Ve editörlük deneyiminden bir kez daha, sessizce, yüreğim sızlayarak çıktım.(…)
Bu deneyimle, genellikle yadsıdığımız ya da hırpaladığımız bu gerçekliklerden birini anlamaya, üzerinde çalıştığımız bir yazarın metinlerine indirgenmemesi gerektiğini, açılmak istediği alanları tanımak için yazarı davranış alışkanlıkları içinde büyük bir özen ve dikkatle incelemek gerektiğini öğrenmeye başladım.(…)
Editör nasıl olunur?  Bir hanedanın mirasçısı, ya da kafasına göre hareket eden bir edebiyatçı olunabilir. Saygın olarak tanımlananan bir dünyaya sızma isteği olabilir. Bir kapris, bir hata ya da hata sonucu olunabilir. Ortada olmayan bir şeyi yapan, her şeye atlayan, dalgın, usulca sokulan kurnaz tilki ya da genç bir kurt. Fakat kimi zaman da gelişigüzelde editör olunur.

KEŞİF SANATI

Gencecik ya da son derece yaşlı birisi bile olsa, edebiyat editörü kendisini zaman zaman bir kâşifin görevini üstlenmiş gibi hisseder. (...)
Şüphesiz, alışılmış yöntemleri alt üst ettiğinden ve başarısızlığa uğrattığından, bilgeliğinin bir parçası olan delilik ona her zaman eşlik eder ve ona alışkanlıklara ve kurallara bağlı güçlü karşılaşmalarda özel bir güç verir. Bu güçle, editörün keşfi sembolik önemler elde eder. Bu bulunan güç kendisini Montaigne'i başka kelimelerle ifade etmek için başka yürekliliklere adar. ( ... )

23 Temmuz 1990'da, André Markowicz ile Passy istasyonunun peronunda yangın nedeniyle geciken metroyu bekliyordum. Kravtchenko'ya ilişkin birkaç noktaya açıklık getirmek için Paris'te ziyaret ettiğimiz Nina Berberova'dan dönüyorduk. Anidençevirmen Markowicz, Toulouse-Lautrec tablolarından çıkmış gibi, karşı konulmaz bir lütuf, zeka ve çekicilikle, bana meydan okudu. Yeni bir çeviride Dostoyevski'nin eserlerinin editörlüğünü üstlenmeye hazır mıydım? Yeni bir çeviri mi? Mükemmel örneklerini okuduğumu anımsadığım bu yapıtın çapını düşünürken, yeni bir çeviri mi? diye mırıldandım. O zaman Markowicz bana, sanki zamanın dışındaymışız gibi uzun uzadıya, sabırla bana Dostoyevski’nin biçemindeki, o aklımdan geçen çevirilerin yansıtmadığı akıcılığı, vurgu ve tonlamaları, dilsel ahengi ve hatta müzikal senkopları anlattı.  Bu çeviriler, Dostoyevski gibi zariflikten özellikle de Fransız zarifliğinden dehşete düşen birisi için çekilmez dercede zarifti. Anımsattığım çeviriler için Markowicz, ihanete haykırırcasına , bunların “ güzel sadakatsizler ” olduğunu söylüyordu.   Céline’i okuduktan sonra, Dostoyevski Chateaubriand’ın diline çevrilemeyeceğini de ekledi.

YANLIŞ TANIMLANMIŞ BİR NESNE, KİTAP

30 Haziran 1971 tarihli bir mektupta, Albert Cohen, neşeli ve şakacı bir şekilde beni öldüğünde gömülürken gereken özen ve dikkatin gösterilmemesi konusuna şahit kıldı. “ Beni, içi güzelce kapitone beyaz ipekli kumaşla kaplanmış, cilâlı meşeden bir tabutun, tabutumun, son mülkümün içine giydirilmiş olarak rahatsız ve homurdanıp duran bir şekilde yerleştirecekler diye yazıyordu. Embesiller beni düzgün giydirmeyi bilemeyecekler, giydirilen kömür rengi takımın içinde sıcaktan fenalaşacağım, oysa ben olsam daha güzel olan açık griyi tercih ederdim ama onlar bana her istediklerini yapacaklar, kravatımı da kötü bağlayacaklar, kötü törenlerde ölülere böyle davranılmıyor mu sanki..." Birkaç hafta sonra Albert Cohen'i Cenevre'de tekrar gördüğümde, kendisine mektubunda, eserindeki endişeye dair tuhaf bir eğretileme yaptığını gösterdim. Bana gülümseyerek öyle bir bakış fırlattı ki, fena halde yanıldığım anlamına da gelebilir, her şeyi anladığım anlamına da. Her ne olmuş olursa olsun, mektuptaki itirazı benim için yapıtla kitabı birleştiren bağın heyecan verici bir ifadesi olarak kaldı.  “Aptallar, beni doğru düzgün giydirmeyi bilemeyecekler.”  Kitap yapıta lâyık mı?
İşte, "editörün sağduyusu" demeye gelen kişi - benim kimi zaman "çılgınlık" olarak dile getirdiğim, ancak "düşünce ayrılığı" ya da "isyan" olarak da adlandırabildiğim sağduyu,  bu kavramlar çerçevesinde, çıkarlarından ötürü liberal olduğunu söyleyen bir toplum -  yazma ve okuma arasındaki belli gelgitlerin sonrasında ne olmak istediğinin ispatını bulacaktır. Bunu anlamam, özenli uygulamalar yapmam için senelere ihtiyacım vardı. Bunu anlamak için bana, gerçek bir yazara göre editörün ilk görevinin, ticari olmaksızın, dikkatli sorgulama, yazdığı ve yazılı olduğuna inandığı ayrımın algılamasında olduğu gibi düzenli uygulama seneleri gerekliydi.(...)